Altı yaşlarında bir çocuk babasının salonda yetiştirdiği sarmaşık bitkisine bakarken şunları mırıldandı; “Doğada boşluk yoktur. Her şey tam ve olması gerektiği gibidir. Aklın bunun böyle olmadığını görse de Doğa asla boşluğa yer vermez. Bunu bilmelisin ve asla unutma.”
Bizler büyük bir kaza sonrası derin bir uykuya dalmış varlıklar gibiyiz. Bilincimizi yitirmiş ve bizi tekrar diriltmek için üzerimizde anbean işleyen güçlerin bizi uyandırırken yarattığı etkiyi ızdırap olarak hisseden, yolunu kaybetmiş göçebeleriz. Bir zamanlar Babil Kulesi’ni “sağ” taraftan tırmanarak inşa edip yükseltirken, yeni taşları çıkarmak için “sol” taraftan tekrar inerdik. Bu “sağdan yükselip soldan inmelerimiz” ta ki kulenin tepesine elindeki mızrağı gökyüzüne kaldıran kralın heykelini yerleştirene kadar devam etmişti. Sonrasında olanlar ise karmaşa ve sürgün. Oluşan bu anlamlı kaosun ortalığı boğduğu toz yığınlarının ortasında kalmış bir ihtiyar sessizce bir grup insanın peşine düşüp kule gibi geçmiş tüm hayatını da geride bırakıyordu. Nereye gittikleri konusunda hiçbir bilgisi olmasa da attığı her adımda neyi terk ettiğini çok iyi anlıyordu. Bu ihtiyar her nesilde tekrar tekrar başka isimlerle doğup bize bilinmesi gereken hikâyeleri anlatacak.
İnsanlığın evrensel gelişimi de bu tarihsel ve bir o kadar da içsel olan kule deneyimine çok benzer. Zihinlerimizin sınırlarının ötesinde varolan dünyalarda edindiğimiz mutlak ve sonsuz bilgelik durumundan, kurgucunun düzenli bir planı doğrultusunda hiç bilmediğimiz bir yere düşüverdik. Zihinlerimizde ve duygularımızda o halimize dair bazı işaretler, harfler, mühürler, tatlar bırakılmış ve zamanı gelenler bir ip gibi bu bilinçsiz halimize kadar uzanan bu anıların bizleri çektiği yere doğru ilerlemeye devam edecek.
Bu yüzden bazen bir yüzü daha önce gördüğümüzü, bir ânı daha önce yaşadığımızı, bir duyguyu daha önce hissettiğimizi, bir sesi daha önce duyduğumuzu, bir kokuyu daha önce duyumsadığımızı sanırız. Bazen bir rüya halinde, bazen eski bir kentin sokaklarında, bazen daha önce hiç duymadığımız bir melodide sanki bize ait olan bir deneyimi hatırlarız. Şayet kendinize “Ben bu ânı daha önce yaşamıştım…” veya “Seni bir zamanlar tanımış gibi hissediyoruz,” diyorsanız bilin ki ortak geçmişimizden uzanan ipler, ruhunuzda kayıtlı olan kişisel anıları çekiştirmeye başlamış demektir.
Bizler yeni bir dünya inşa etmiyoruz. Kopup düştüğümüz dünyalara geri dönüyoruz. Bu dönüş o kadar erdem ve ışık dolu ki sanki bu yolculuk bize bu dünyaları kendi ellerimizle yaptığımızı hissettiriyor. Varılacak yere varıldığında “Ben bu ânı yaşamıştım,” derken daha önce görmediğimiz, anlamadığımız, duymadığımız tüm değerleri son ve mutlak halleriyle yeniden özümsemiş olacağız. Ne bu kitabı elinize alıp okumanız ne de bu sabah gözünüze çarpan ışık tesadüf değildi. Her eylem bir düşünce içinde zaten olmuş ve bitmişti. Bize düşen sadece komadan uyanıp tüm süreci sondan başa doğru tekrar keşfedip kaderimizi kendi ellerimizle mühürlemektir! Ki merhametle izlenen kuklalar yerine “Oyun kurucusu”nun tüm planını bilelim.